Yazar: Burak Karabacak
Girişimcilik, insanın rastlantısallıkla biriktirdiği veri setleri içerisinde, onu yeni kaynaklara götürecek, beklentiler dışında bağlantı kurma çılgınlığı -Bir metot- değil. Bir öğreti değil. Fütursuz olmak, kırılgan olmak gibi. Bir insan olma hali.
Bir de ürün olarak girişimcilik var. Nasıl ki belirli bir süre mutlu, cesur ve heyecanlı hissetmenizi sağlayan ürünler varsa kendinizi “girişimci” hissetmenizi sağlayan, genellikle eğitim sektöründe endüstrileşen bantlar da var.
Bu yazı; öyle veya böyle insanlık tarihindeki sıçramalara sebep olmuş veya katkı sağlamış, bilinen, bilinmeyen tüm girişimcilik hikayeleriyle endüstrileşmiş, girişimcilik arasındaki farkı “Small Data” ve “Big Data” arasındaki fark üzerinden incelemek için yazıldı.
“Big Data” adı üstünde büyük veri kümelerini analiz ederek içgörü çıkarma çalışmalarının marka ismi. Yani bilgisayarın işi. Onun aldığı veriyi hangi yönde işleyeceğini söyleyen insanın işi ise “Small Data”yla.
Bu yazının amacı, birini övmek ya da yermek değil. İnsanlık hali olarak girişimciliği kavramaya çalışmak.
İnsanlar, yüzyıllardır beyinlerinde oluşan yeni bağlantıların peşinden gittiği için ya öldü, ya yeni kaynaklara ulaştı veya yeni bir kaynak yarattı. Ya da beyinlerinde oluşan yeni bağlantıların peşinden gitmediği için olan kaynaklarını korudu fakat doğrudan ölmese de sebebini anlayamadığı şekilde belirli bir nüfusun üzerine çıkamadı.
“Small Data” küçük veri kümelerinden içgörü çıkarma işi. Yani aslında her insanın hayatı boyunca birçok kez yaptığı bir şey. Genellikle içgörüyle sezgi arasında sonuçlar üreten doğal analiz süreçleri.
“Big Data” onu işleyebilen için anlamlı bir araç. “Small Data” ise her insan için anlamlı bir araç. “Big Data” bir nesil önceki girişimcilerin, kendi yaşamlarında topladıkları küçük veri setlerinden çıkardıkları içgörülerin bizi ulaştırdığı yeni kaynak, “Small data” ise insan doğasında var olan en kadim teçhizat.
Bu sebeple her neslin daha öte bir girişimcilik hikayesi çıkarabilmesinin yolu, ulaşılan kaynakların ve zaferlerin hikayesini anlatmaktan çok her dönemde kaynaklara ulaşmayı mümkün kılmış ortak insan özelliklerini anlatmaktan geçiyor.
Martin Lindstrom’un Small Data kitabında anlattığı şu hikaye, Facebook’un Metaverse vizyonunu konu edinen hikayelerden çok kişiye ilham vereceği aşikar.
Bir New York restoranı sahibinin 2000’lerin başından itibaren yaptığı ölçümlere dayanarak, Craiglist’te yayınladığı isimsiz bir araştırmasına göre, 2005 yılında müşteriler bir masada ortalama 65 dakika geçirirken, 2014’te bu süre 1 saat 55 dakikaya kadar çıkıyor. 2004’te restorana 45 kişilik örneklem grubu halinde girip çıkan müşterilerden üçü başka bir yere oturmak istediğini söylüyor. Grubun ne sipariş vereceğini netleştirmesi ortalama sekiz dakika sürüyor. Başlangıçlarla mezelerin masaya gelmesi altı dakikayı buluyor. 45 müşteriden ikisi gelenleri soğuk diye geri gönderiyor. Hesabı ödedikten sonra masada kalma süresi beş dakikayı geçmiyor.
On yıl sonra bakıyorsunuz, her şey değişmiş. Bugün restorana gelen 45 kişiden 18’i başka bir yere oturmak istiyor. Bu noktadan itibaren devreye dijital yaşamları giriyor. Telefonlarını çıkarıp en yakındaki WiFi’ye bağlanmaya çalışıyorlar. Yeni bir mesaj gelmiş mi ya da Facebook’taki gönderilerini kimse “beğenmiş” mi diye kontrol ederken, çoğu zaman masada kendilerini bekleyen menüyü unutuyorlar. Bu nedenle garson sipariş vermeye hazır mısınız diye sorduğunda biraz daha zaman istiyorlar. Yirmi dakika sonra hazır oluyorlar. İçlerinden 26’sı üç dakikayı yemeklerinin resmini çekmeye harcıyor. Yemek yerken birbirlerinin resmini on dört kez çekiyorlar, eğer resimler bulanık ya da titrek çıkarsa, bir daha deniyorlar.
Hesabı ödemeleri ile lokantadan çıkmaları arasındaki süre yirmi dakikaya ulaşıyor; hatırlarsanız 2004’te bu süre beş dakikaydı. Dikkatleri o kadar başka yerdedir ki, en az sekiz müşteri lokantadan çıkarken ya başka bir müşteriye, ya bir garsona ya da bir masa veya sandalyeye çarpar.
Metaverse hikayesi, insanlığın sınırları konusunda kişiye ilham olabilir tabi fakat zaten bir yola çıkmış kendi küçük evreninde fark yaratmaya çalışan, gerçeklikle arasındaki incecik bağları korumaya çalışarak sürekli belirsizlik okyanusuna yelken açan bir girişimci için yetersizlik hissi de yaratabilir.
Lindstrom’un bize anlattığı hikayeyi okuyan bir girişimci ise dikkati dağınık restoran müşterilerine yeni bir şey satmanın yolunu bulur, bir diğeri “nereye oturayım” kararsızlığına bir çözüm üretir.
Günün sonunda “Big Data” dediğin mutlaka bir cihazla ilgili. Ya sen bir cihaz kullanarak ilgili veri setine iz bırakmalısın ya da senin verini almak isteyen. “Small Data” ise çoğunlukla kaydedilmez ve hiçbir cihaza ihtiyaç duymadan toplanabilir. Bir önceki neslin girişimcileri, büyük sermaye devlerinin arasında nasıl onlarda olmayan bakış açılarıyla yer almayı başardılarsa belki de giderek daha fazla insanın cihazıyla bir veri tabanında iz bıraktığı dünyada, onları dışarıdan izleyen bir restoran işletmecisi de eski girişimcilerin dev dünyasında kendine yer açan fikri bulan yeni nesil girişimci olacaktır. Kim bilir!